İçindekiler
1- Soru
Taha AKYOL "Bilim ve Yanılgı" adlı kitabında “İslam dünyasında bilimler kabaca XII. yüzyıldan sonra bir yavaşlama ve zamanla duraklama ve hatta gerileme sürecine girerek Batı’nın gerisinde kaldığına göre, bunun sebebi neydi?” sorusuna cevap ararken; İmam Rabbani hazretlerinin Mektubat-ı Şerife'de “Onların akla dayanan, düzgün ilimlerinden biri geometridir ki, ne dünya saadetine ne de ebedî kurtuluşa faidesi yoktur. ‘Bir üçgenin üç iç açısının toplamı iki dik açıya eşittir’ demek ve bunu ispatlamak insanlığa ne kazandırır?” dediğini yazmış.
1- İmam-ı Rabbani (k.s) hazretleri böyle bir söz söylemiş midir?
2- Söylemiş ise tam olarak neyi amaçlamıştır?
2- Konuyla İlgili Yapılan Ön Araştırma
Kendisini Milliyetçi, Muhafazakâr ve liberal olarak tanımlayan Taha AKYOL isimli yazar 1997 yılında ilk kez yayınladığı “Bilim ve Yanılgı” isimli kitabını güncelleyerek 2010 yılında tekrar yayınlamış.
Kitapta geçen “Din, Bilim ve Düşünce” ve “Geometri ve Din” isimli bölümler konuyu anlama adına önem arz ediyor.
Bilim ve Yanılgı
Taha AKYOL
Din, Bilim ve Düşünce
ÎMAM Rabbani (1563 - 1625) Hind Müslümanlarının yetiştirdiği çok büyük bir tasavvuf âlimiydi. Fikir ve inanç alanında verdiği büyük mücadele ile îslamî tasavvufu ihya ettiği için kendisine, "müceddid-i elf-i sani" denilmiştir. Yani, Peygamberimizden bin yıl sonra bunu yaptığı için, "ikinci binyılın yenileyicisi..."
İmam Rabbani'nin "Mektubat" adlı eseri hemen bütün Sünni İslam dünyasında fevkalade etkili olmuş, sahasında klasik haline gelmiştir. Türkçede de defalarca yayınlanmış olan "Mektubat"ta İmam Rabbani diyor ki: "Onların akla dayanan, düzgün İlimlerinden biri geometridir ki, ne dünya saadetine ne de ebedi kurtuluşa faidesi yoktur. Bir üçgenin üç iç açısının toplamı iki dik açıya [180 dereceye) eşittir demek ve bunu ispatlamak insanlığa ne kazandırır?" (1)
Şimdi, Osmanlı tarihinin büyük padişahlarından III. Mustafa dönemine gidelim. Reformist Sultan Mustafa, askeri Islahat işlerinde görevli olan meşhur Baron de Tott'dan bir mühendislik okulu açmasını istemiştir. Osmanlı bilginleri, kendilerinin yetersiz görülüp bir Baronun görevlendirilmesinden rencide olmuşlar, itiraz etmişlerdir. Bundan sonrasını Baron'un hatıralarından izleyelim: "Padişah, büyük memurlardan seçilen iki mümeyyizin huzurunda bu itiraz edenleri imtihan etmemi bana emretti. Aralarından altı kişi imtihana girip, eski eğitim kurumunun şeref ve haysiyetini savunmak için ayrıldılar. Bu imtihanda, kısaca, bir üçgenin üç açısının toplamının ne olduğunu sordum; içlerinden en cesuru bana 'üçgenine göre' cevabını verince, imtihanı daha fazla uzatmaya hacet kalmadığı anlaşıldı..."
Bunun üzerine, 1773 yılında, "Mühendishane-i Bahr-i Hümayun", yani Denizcilik Mühendisliği okulu Baron'un yönetiminde açılmıştır. Geometri sınavını kaybedenler de bu okula öğrenci olmuşlardır. Yine Baron yazıyor: "Şunu da söylemeliyim kî, bu mühendisler ilme rağbet gösterdiler, hemen hepsi yeni okula yazılmaya talip oldular." (2)
Her şey bir kenara, geometri, deniz ve kara savaşları için fevkalade zorunlu idi. Geometri bilmeden geminin dümenini nereye kaç derece kıracaktınız, topunuzu hedefe nasıl yöneltecektiniz?! Demek kî, geometri "faidesiz" değil, aksine zorunluydu! Şimdi dev bir soru gündeme geliyor: Bilimlerin gelişmesini din mi önlemiştir?
Avrupa'da erken ortaçağda Hıristiyanlığın değil geometriye, aritmetiğin dört işlemine bile soğuk baktığını biliyoruz.
"Aziz Augistin'in Hıristiyanların toplama ve çıkarma yapmayı bilenlerden uzak durması gerektiğini öğütlediği söylenir. Aritmetikten anlayanların şeytanla pazarlık yaptığına inanılırdı..."(3) Evet genelde dinler, bizim açımızdan ise islam, bilimlerin gelişmesini önlemiş midir?
Türkiye'de çok uzun bir süreden beri bu 'pozitivist dogma' zihinlere zerkedilmiş, laik olunca otomatîkman bilimsel olunacağı sanılmıştır. Bu 'pozitivist dogma, gerçek bilîm zihniyetinin yerleşip gelişmesini önlemiştir.
Geometri ve Din
İbn Haldun (1332 – 1406), İmam Rabbani'den 2,5 asır önce yaşamış büyük bir Müslüman sosyologdur. Son derece dindardır. "Mukaddeme" adlı emsalsiz eserinde şunları yazıyor: "Bilinmelidir ki, hendese (geometri) onu tahsil edenlerin aklına parlaklık ve fikrine istikamet kazandırır. Çünkü geometrinin bütün delillerindeki intizam açık, tertip seçiktir. Tertipli ve intizamlı olan kıyaslarına hemen hemen galat (yanlış) dahil olmaz. O yüzden geometride mümarese [zihnî alışkanlık) kazanmak, fikrimizi hatadan uzaklaştırır. Geometri bilen bir şahıs için bu yoldan akıl hasıl olur. Rivayete göre Eflatun'un kapısında 'Hendese bilmeyen evimize girmesin' yazılıymış. Hocalarımız derlerdi ki: ‘Fikrin hendese ile müma-resesi, elbisenin pisliğini yıkayıp kirini ve pasağını temizleyen sabun mesabesindedir...’ " (4) îbn Haldun'un hocalarından kuvvetli bir geometri bilgisi ve zihniyeti aldığı anlaşılıyor.
İmam Fahreddin Razi, İslamî ilimlerin en önemlisi olan "Kur'an Tefsiri" konusunda çok mühim bir isimdir. Rabbani'den 250, İbn Haldun'dan 100 yıl önce yaşamıştır. Razi'ye göre kıble ancak geometri ile tesbit edilebileceği için, geometri ilmini öğrenmek Müslümanlar için farzdır, yani dinin emridir. (5)
Tablo çok ilginçtir: 12. asırda yaşayan Kur'an tefsircisi İmam Razi'ye göre geometri öğrenmek farzdır. 14. asırda yaşayan İbn Haldun'a göre, doğru düşünmek için geometri bilmek şarttır. Ama 17. asra geldiğimizde İmam Rabbani geometrinin faydasız olduğunu yazmaktadır! Uzun tarihî seyirdeki bu farklı yaklaşımlar bize bir şeyler anlatmıyor mu? Kitap ve metafizik olarak din değişmediğine göre, insanların din ve bilim hakkındaki anlayışları değişiyor, işte esas mesele budur: Anlayışları değiştiren nedir? Mesele dinle ilgili olsaydı, herhalde, üçü de son derecede dindar olan bu âlim ve düşünürlerin zihninde geometri bu kadar farklı konumlara sahip olmazdı. Hatta sırf dinî açıdan düşündüğümüzde Razi haklıdır: Bilim tarihçileri de Kıble'yi, namaz vakitlerini ve kutsal günleri doğru tesbit etme ihtiyacının İslamda astronominin gelişmesine yol açtığını da belirtmişlerdir.
Osmanlı âlimi Kâtip Çelebi de "Mizan ül Hak" adlı kitabında aklî ilimleri savunurken, bir müftünün doğru fetva vermesi için bile geometri bilmesinin şart olduğuna dikkat çekmiş, geometri bilen ve bilmeyen müftülerin fetvalarının nasıl farklı ve ikincilerin fetvalarının nasıl yanlış olacağını göstermiş
tir. (6)
Dipnotlar
1) İmam Rabbani'den çeviren Hilmi İşık, Yeni Mektubat Tercümesi, Işık Kitbv. İstanbul 1978, sf. 402.
2) Adnan Adı var, Osmanlı Türklerinde İlim, Remzi Kitbv. istanbul 1991, sf. 201 -202.
3) Alvin ve Heidi f'offler, Yeni Bir Uygarlık Yaratmak, Henkel yy. istanbul 1995, sf. 35.
4) İbn Haldun, Mukaddime, Süleyman Uludağ tercümesi, cilt 2, sf. 1156.
5) Süleyman Uludağ, Fahreddin Razi, Kültür Bakanlığı yy., sf. 114)
6) Katip Çelebi, Mizanü'l Hak, Tercüman yy, İstanbul 1980, sf.21 - 23.
Konuyla ilgili araştırma yaparken yazarın Kadir Has Üniversitesi öğrencileriyle “Taha AKYOL’la Bilim Tarihi ve Felsefesi” isimli buluşmasının metni ile karşılaştım.
Taha AKYOL’la Bilim Tarihi ve Felsefesi
…
Nedenler
Bilim tarihi deyince sormamız gereken konu da, bizim ve İslam dünyasının genelde Asya, Afrika’nın niye geri kaldığı ve modern bilimin neden Avrupa’da doğduğu. Avrupa’da niye bilimsel düşünce dini taassubu aşacak bir canlılık gösterdi de, bizde bir Newton’u çıkaran bir canlılık görülmedi diye sormalıyız. 1563-1625 yılları arasında yaşamış olan Pakistanlı, İmam Rabbani’nin halen piyasada satılmakta olan “Mektubat” tan “Onların (filozofların) akla dayanan düzgün ilimlerinden biri geometridir ki ne dünya saadetine, ne edebi kurtuluşa hiçbir faidesi yoktur. Bir üçgenin üç iç açısının toplamının, 2 dik açıya ya da 180 dereceye eşit olduğunu bilmek kime ne kazandırır.” İmam Rabbani’nin 17.yüzyılda geometri hakkındaki söyledikleri o çağda bilime nasıl bakıldığının bir örneği.
Osmanlı reform tarihinden Denizcilik Mühendis Okulu’nun kurucusu Avrupalı uzman Baron De Tott’un hatıralarından bir bölüm: Sultan 3. Mustafa en büyük Osmanlı padişahlarından biriydi, reformmistti. 3. Selim’i yetiştiren ileri fikirli bir padişahtı. Devletin çöküşünden ızdırap duyan bir padişahtı. Baron de Tottt’u çağırıyor, diyor ki bana modern bir mühendishane yap. Geometriyi esas alan bir mühendishane yap. Tott, mühendishaneyi açıyor. Fransızca’dan kitaplar tercüme ediliyor. Öğrenci alınıyor. Tott, Osmanlı uleması ile geometriyi bilen birkaç kişiyi alarak sınav yapıyor. Sorulardan birisi; bir üçgenin iç açılarının toplamının ne olduğu. Bir tek öğrenci çıkıp da 180 derecedir demiyor, üçgenin büyüklüğüne göre değişir diyor. Bu, bilgiyle değil, tahminle verilen bir cevap. İmam Rabbani’nin bir üçgenin iç açılarının toplamını bilmek neye yarar dediğini hatırlayalım, Osmanlı medresesinde de üçgenin iç açılarının toplamının ne olduğu bilinmiyor. Ne olduğunu bilmeyince Haçlı gemilerine kaç dereceden, kaç enlem ve boylamdan top atışı yapacağınızı nasıl bileceksiniz? Mağlup olacaksınız. İşte geometrinin faydası. Mesela İbn-i Haldun 1332-1406 yani İmam Rabbani’den 250 yıl önce İbn-i Haldun, “Mukaddime” adlı muhteşem hala dünya sosyal bilimlerin baş eserlerinden biri olan kitabında, “Geometri bilmeyenin aklına da, imamına da itimad edilmez” diye yazıyor.
İbn-i Haldun’dan da önce 3,5 asır önce yaşamış olan İmam Fahrettin Razi “Geometri bilmek Müslümanlara farzdır çünkü geometri bilmeden kıblenin yönünü bile tayin edemezsiniz. Onun için geometri bilmek her MüslüMânâ farzdır” diyor. Bir dönem İslam alimleri diyorlar ki geometri bilmek farzdır, geometri bilmeyenin aklına da, imanına da itimad edilmez. 250 yıl geçiyor, İmam Rabbani çıkıyor geometri bilmenin faydası yok diyor. Demek ki bir şeyler değişmiş. İşte bugün bilim nasıl gelişir sorusunun cevabı, Müslümanlar bilime bu kadar yakınken neden bilime imkân vermeyen bir karanlığa gömüldüler? Karanlıklar içindeki Avrupa hangi dinamitlerle bilimsel düşünceye yöneldi ve içlerinden Newton’lar, Descartes’lar çıktı, Einstein’lar çıktı? Bunun cevabını bilirsek günümüzde bilimsel düşüncenin nasıl gelişeceği konusunda da doğru bir sonuca varabiliriz.
http://www.pusula.tv/detail.asp?Gundem=2530
3- Ön Araştırma Sonucu
4- İmam-ı Rabbani (k.s) Hazretleri böyle bir söz söylemiş midir?
Kaynağa yani Mektubat-ı Şerife’nin ilgili Mektûbu Şerif’ine göz atalım.
Mektubat-ı Şerife’nin 1.Cildinin en uzun Mektûbu Şeriflerden olan 266. Mektûbu Şerifinde İmam-ı Rabbani (k.s.) Hazretleri şu konuları ele almıştır.
Ve, bu münasebetle bazı hususların beyanı.
Mektubat-ı Şerife 1.Cild
266. Mektûbu Şerif’in Konu ile İlgili Bölümün
Kırık Mânâsından Çıkarılan Toplu Mânâ
***
Allah-ü Teâlâ, kadirdir (her şeye yapmaya gücü yeten), muhtardır (dilediğini tercih eden). İcab (zorunluluk) şaibesinden münezzehtir. Istırar (mecburiyet)zannından da uzaktır.
Ahmak felsefeciler, Vacib Teâlâ'dan ihtiyarı (tercih hakkını) atıp, kemalin icabta olduğu zannederek; icabı(zorunluluğu) ispata çalıştılar. (Yani: Tercihe hakkı olmadığını, belli şeyleri yapmaya mecbur olduğunu kabul ettiler.)
Bu sefihler(beyinsizler), Vacib Teâlâ'yı muattal(faâliyet göstermeyen) ve mühmel(göz ardı edilen, yoksayılan) kıldılar. “Yeri ve semaları yaratan Yüce Zat'tan Yaratılmış olanlardan başka bir şey sudur etmemiştir(ortaya çıkmamıştır)” dediler. Bu söz dahi, onlardan icab sebebi ile çıkmıştır. Ayrıca bunlar, yaratılmışların varlığını akl-ı feâle (etkin akıla) bağlamışlardır. Bu tür akıl dahi, onların vehimlerinden(hayallerinden) başka bir yerde sabit olmadığı gibi, kendilerine yaptığı bir şey de yoktur. Onların fasit(bozuk) inançlarında Yüce Sübhan Hakka karşı bir alâka dahi yoktur. Bunun için de, mustar(zorda) kaldıkları zaman, akl-ı feâle(etkin akıla) iltica ederler(sığınırlar); asla Yüce Sübhan Hakka müracaat etmezler. Zira onların fasit zanlarına göre; Yüce Sübhan Hakkın hadiselerin meydana gelmesinde bir dahli(tesiri) yoktur. Fasit(bozuk) zanlarına göre: Hadiselere icad eden, o akl-ı feâl(etkin akıl)dir.
Hatta onların, bu fasit(bozuk) zanlarına göre: Akl-ı feâle de müracaat etmemeleri gerekir; zira onun da, belâlarını def etmekte bir ihtiyarı(tercih hakkı) yoktur.
Bu şakiler(asiler), fesatta ve ahmaklıkta, dalâletteki(sapık) fırkaların tümünden ileridirler. Zira, küffar(kafirler), Allah-ü Taâlâ'ya iltica eder(sığınır); belânın defini(giderilmesini) ondan talep ederler. Amma, bu sefihler(beyinsizler) öyle değildir.
Diğer dalâlette kalan erbab-ı belâhet(ahmak ve sapık) fırkalara nazaran(kıyasla), bunlarda fazladan iki şey vardır:
Birincisi: Ahkâm-ı münzeleyi(indirilen hükümleri) tanımamaları, onları inkâr etmeleri; Gönderilen haberlere(Peygamberlerin haberlerine) inat ve düşmanlık etmeleridir.
İkincisi: Tehlikeli maksat ve taleplerinin ispatı için, batıl(gerçeğe uymayan) şahit ve deliller uydurup fasit(bozuk) mukaddimeler tertip etmeleridir.
Maksatlarının ispatı için, bunlardan sudur eden(ortaya çıkan) fesat(bozgunculuk, dengesizlik), asla hiç bir sefihten(beyinsizden) sudur etmemiştir.(ortaya çıkmamıştır)
Şöyle ki: Bunlar, işlerin oluşunu, semaların(gökleri) ve yıldızların hareketine ve vaziyetlerine(hallerine) bağlamışlardır. Hâlbuki semalar ve yıldızlar, bütün vakitlerde(zamanlarda) mustarip(şaşkın) ve mütaharriktirler(çaresizdirler). Böylece semaları(gökleri) yaratandan, yıldızları icad edip hareket ettiren ve kendi işlerini dahi tedbir eden(yöneten) Yüce Zat'tan gözlerini yummuşlar, görmezden gelmişlerdir. Hadiselerin meydana gelişini Yüce Zat'a dayandırmayı uzak bulmuş, ondan yüz çevirmişlerdir.
Akıldan ne kadar da uzaktırlar! Ne kadar reziller! Saadetten ne kadar da nasipsizler!
Bunlardan daha sefihi(beyinsizi) ve daha ahmağı onları zeki ve erbab-ı fetanet(zeki ve anlayış sahibi) sayanlardır.
Onların düzenlediği ilimlerden biri Hendese ilmidir. Ki bu ilmin hiçbir faydası yoktur. Onda bir yarar da yoktur. Nerede lazım olur? Üçgen şeklin üç açısının eşit olması ne ifade eder? Ruhları mesabesinde(derecesinde) tuttukları Şekl-i Arûsî(Pisagor Üçgeni; Dik Üçgen) ve şekl-i me’mûnî(İkiz Kenar Dik Üçgen; Karakök üçgeni) hangi garaza(gayeye) bağlıdır?
Tıp ilmi, Nücum(Astronomi) ilmi, Ahlâkı güzelleştirmek ilmi bunların en şerefli(değerli) ilimleridir. Bunların hepsi geçmiş peygamberlerin kitaplarından çalınmıştır. Peygamberimize ve onlara salât-ü selâm olsun... Bu ilimlerle batıl(gerçeğe uygun olmayan) görüşlerini terviç etmişlerdir(yaygınlaştırmışlar).
Nitekim İmam-ı Gazali “El-Münkız Mine’d-Dalâl” adlı eserinde bunları açıklamıştır.
Delil ve kanıtlarında din mensuplarının ve peygamberlere tabi olanların -O peygamberlere salât-ü selâm olsun- hata etmesi hiç sorun değildir. Zira onların yaptıkları işlerin dayanağı, peygamberlere –salât ve selam olsun- tâbi olmak(uymak) üzeredir. Yüce amaçlarını ispatlama hususunda mecbur olmadıkları halde delil ve kanıt getirirler. Yoksa onlara peygamberleri taklit etmek yeterli gelir.
Ama bu şakiler(asiler) taklit boyunduruğundan boyunlarını çıkardılar. Delillerle ispat etmeye çalıştılar. Sonunda da sapıtıp, başkalarını saptırdılar.
Bu rezillerin en büyüğü olan Eflatun’a İsa(a.s.)’ın –Peygamberimize ve ona salât-ü selam olsun- daveti ulaşınca dedi ki:
“Biz hidayeti ermiş bir topluluğuz; bizi hidayete erdirecek birine ihtiyacımız yoktur.”
Ne sefih(beyinsiz) ve ne bedbaht biri! Zira öyle birine yetişti ki; ölüleri diriltmekte, körü ve alaca hastalığına tutulanları iyileştirmekte. Ki bunların hepsi onların hikmet sınırları dışındadır.
Buna rağmen ona; onu görmeden, halini anlamadan ve davranışlarını düşünmeden yukarıdaki şu cevap ile karşılık verdi. İşte bu yaptığı son derece inat ve sefihlikten(beyinsizlikten) kaynaklanmaktadır.
Bir şiir:
Felsefenin çoğu sefihliktir(beyinsizliktir), Hepsi de böyledir
Zira bir şeyin tamamına çoğunlunun hükmü verilir.
Allah-ü Teâla, onların kötü inançlarının karanlıklarından bizleri kurtarsın!
Oğlum Muhammed Masum, şu günlerde Mevâkıf Şerhi’nin Cevherler Bahsi’ni tamamladı. (Bu bahsi) Okuma esnasında bu ahmakların kabahatleri aşikâr oldu. Bunun üzerine birçok faydalar terettüb etti.(hâsıl oldu.) “Bizi buna eriştiren Allah’a hamd olsun. Eğer o bizi buna eriştirmeseydi biz ona erişemezdik. And olsun Rabbimizin elçileri hakkı getirmiştir.” (Â’raf, 43 )
***
Şekl-i Arûsi : Dik üçgenin dik açısının altındaki dörtgenin alanın diğer iki kenarı altındaki dörtgenlerin alanları toplamına eşit olduğunu anlatmak için kullanılan şekildir.
Şekl-i Me’mûni : İkiz kenar dik üçgende diğer iki açının birbirine eşit olduğunu gösteren şekildir.
(Bkz., Tehanevî, Keşşâfu İstilâhâti’l-Fünun, c.1, 1041)
***
5- Mektûbu Şerif’teki İlgili Bölümün Detaylı İncelemesi
İmam-ı Rabbani (k.s.) Hazretleri, İmam-ı Gazali Hazretlerinin İlâhiyyûn yani ilahiyatçılar olarak isimlendirdiği felsefecilerin görüşlerini reddetmektedir.
Kimdir bu felsefeciler?
Aristoteles, Aristoteles’in hocası Platon, Platonun hocası Sokrates
Aristoteles’in arkasıdan gidip Ehl-i Sünnet vel-cemaat dairesinden çıkan Farabi ve İbn-i Sina gibi Müslümanlar…
Aristoteles'e göre dünya küre biçimindedir ve her şeyi içine alır; evrenin merkezinde Yer vardır ve Yer hareketsizdir. Aristoteles Dünyadaki devinimleri yıldız ve gezegenlerin yönettiğini düşünüyordu. Ancak gökyüzü cisimlerini de hareket ettiren bir şey olmalıydı. Bu güce Aristoteles "ilk devindirici" ya da "Tanrı" diyordu. "İlk devindirici"nin kendisi hareket etmez ve o gökyüzündeki cisimlerin ve dolayısıyla doğadaki her şeyin hareketlerinin "ilk nedeni"dir.
Aristoteles’in Evren Modeli
Aristoteles için akıl da etkin ve edilgen akıl olarak iki yönlü özellik gösterir. Etkin akıl, ideaları kavrar, bilir ve bütün insanlar da ortaktır. Edilgen akıl ise duyu verilerini işler, tümel kavramları oluşturur. Bu akıl bulunduğu bireyin özelliğini taşır.
Daha fazla bilgi için
(Aristoteles'in Doğa Felsefesinin Ortaçağdaki Yansımaları,
Hüseyin TOPDEMİR, Ankara Üniversitesi)
Piyasada yaygın olan Mektubat-ı Şerife tercümeleri Abdülkadir AKÇİÇEK ve Müjdeci Mektublar Tercümeleridir.
“Onların düzenlediği ilimlerden biri Hendese ilmidir. Ki bu ilmin hiçbir faydası yoktur. Onda bir yarar da yoktur. Nerede lazım olur? Üçgen şeklin üç açısının eşit olması ne ifade eder? Ruhları mesabesinde(derecesinde) tuttukları Şekl-i Arûsî ve Şekl-i Me’mûnî hangi garaza(gayeye) bağlıdır?”
Dikkat çeken husus Abdülkadir AKÇİÇEK Tercümesinde;
“Üçgen şeklin toplamı, üç dik çizginin ikisine müsavi olması, ne şeye lâzım olur ve faydası nedir?..” cümlesinin,
Müjdeci Mektublar Tercümesinde;
“Bir üçgenin, üç iç açısının toplamı, iki dik açıya müsâvîdir demek ve bunu isbâtlamak, insanlığa ne kazandırır.” şeklinde geçmesidir.
ﺔﻤﺋﺎﻘﻟﺍ ﺙﻼﺜﻟﺍ ﺎﻳﺍﻭﺰﻟﺍ ﺕﺍﻭﺎﺴﻣ ﺪﻴﻔﻳ ﺍﺫﺎﻣﻭ
İbaresindeki ﺔﻤﺋﺎﻘﻟﺍ “kaimeti” diğer tercümelerde “dik” mânâsıyla tercüme edilmiş. Fakat buradaki mânâsı “Ayakta duran, mevcut olan, var olan” dır. İbarenin doğru tercümesi “(Ayakta duran) Üçgen şeklin üç açısının eşit olması ne ifade eder?” şeklindedir.
Platon’un Geometri ile İlgili Bozuk İnanç ve İtikadleri
Matematik, Platon'un gözünde çok önemli bir bilimdi; çünkü onunla gerçek bilgiye, yani Tanrı İdeası'na ulaşmak olanaklıydı; zaten Tanrı'nın kendisi de bir matematikçiydi.
Platon'a göre, matematik, gölgeler alemi ile idealar alemi arasında bir ara alem veya iki alemi birbirine bağlayan bir geçittir. Mesela, ister doğada bulunsun isterse bulunmasın, geometrik biçimler bu ara âlemin varlıklarıdır ve bu nedenle mükemmel değillerdir; bunlarla ilgilenenlerin, teğetlerin bir daireye veya bir küreye birden fazla noktada değdiklerini kabul etmeleri gerekir; ancak ideal bir daire veya ideal bir küre söz konusu olduğunda yalnızca bir değme noktasının bulunacağı zihinsel bir soyutlama ile kavranabilir. İşte bu nedenlerle, Platon Akademi'nin kapısına "Geometri bilmeyen bu kapıdan girmesin." diye yazdırmıştır. Platon uygulamalı matematiği sevmemiş ve bu nedenle cetvel ve pergelin dışında bir araç kullanmaya yanaşmamıştır.
Platon da doğaya Pythagorasçılar gibi bakar ve gerçeğin kilidini açacak anahtarın aritmetik ve geometri olduğuna inanır.
Peki, Pythagorasçılar’ın Geometri ile ilgili Bozuk İnanç ve İtikadleri nelerdir?
Bu felsefe salt inançsal nitelikli değildir. Bilgi ve bilimle, özellikle aritmetik ve geometri ile sıkı sıkıya bağdaşır. Bu ekolde her düşünüş ve her kavram, sayılarla ve geometrik şekillerle simgelenir.
Varlığın en küçük değerleri sayılardır. İlk on sayı özel önem taşır. Evren de bu sayılar arasında kurulan bağlantılardan oluşmuştur. Buna göre 1+2+3+4=10(en mükemmel sayı) eşitliğini sağlayan biçim, hem eşkenar bir üçgen olarak görülür, hem de evreni oluşturan boyutların simgesi sayılır.
Şekil 1 – Tetractys
(Eşkenar Üçgen, Evreni oluşturan boyutların simgesi)
Şekil 2 – Pythagorean
(Pisagor Üçgeni)
Şekil 3 - Square root of 2 triangle
(Karakök Üçgeni)
Daha fazla bilgi için
(SAMOS’LU PYTHAGORAS (Pisagor), Prof.Dr.Fikri AKDENİZ, Çukurova Üniversitesi)
İlgili sözden sonra İmam-ı Rabbani (k.s) hazretleri Astronomi ilmini değerli olarak nitelemiştir.
“Tıp ilmi, Nücum(Astronomi) ilmi, Ahlâkı güzelleştirmek ilmi bunların en şerefli(değerli) ilimleridir.”
Astronomi; fizik, kimya, jeoloji, biyoloji ve bir bilim dili olan matematik ve geometri gibi disiplinleri bünyesinde toplayan bir “bilimsel disiplinler topluluğu"dur. Bu nedenle fen bilimlerini astronomiden ayrı düşünmek mümkün değildir.
(Astronominin Diğer Temel Bilimlerle İlişkisi, Hulusi GÜLSEÇEN, İstanbul Üniversitesi Fen Fakültesi, Astronomi ve Uzay Bilimleri Bölümü, İSTANBUL)
Geçmiş peygamberlerin kitaplarından çaldıkları ilimleri kullanarak yaparlar.
“Bunların hepsi geçmiş peygamberlerin kitaplarından çalınmıştır. Peygamberimize ve onlara salât-ü selâm olsun... Bu ilimlerle batıl(gerçeğe uygun olmayan) görüşlerini terviç etmişlerdir(yaygınlaştırmışlar).”
“Biz hidayeti ermiş bir topluluğuz; bizi hidayete erdirecek birine ihtiyacımız yoktur” demiştir. Sebebi ise inadı ve beyinsiz oluşudur.
Dikkat edilirse İmam-ı Rabbani (k.s) hazretleri bölümün sonunda
“Allah-ü Teâla, onların kötü inançlarının karanlıklarından bizleri kurtarsın!” dûasını yapmıştır. (Bölüm inanç ve itikad ile alakalıdır.)
İmam-ı Rabbani (k.s.) Hazretleri bölümden sonra Oğlu Muhammed Masum (k.s.) hazretlerinin Mevâkıf Şerhi’nin Cevherler Bahsi’ni tamamlamasından ve faydalarından bahsetmektedir.
“… Cevherler hakkındaki dördüncü bölüm bir girişten sonra dört kısımdan meydana gelmektedir. Birinci kısımda cismin tanımı, mürekkeb ve basit olarak ikiye ayrılması, ay üstü ve ay altı cisimleri, felekler, arzın mahiyeti, mürekkeb cisimlerin imtizacı, nefis ve nefsin nebatî, hayvanı ve insanî olmak üzere çeşitleri, ikincisinde cisimlerin yaratılmışlığı, boyutlarının sınırlılığı gibi bazı özellikleri, üçüncüsünde nefisler, nefs-i natıka, nefsin bedene taalluku, dördüncüsünde akıl konusu ele alınmıştır.”
Mevâkıf Şerhi Seyyid Şerîf Cürcânî hazretlerinin yazdığı; Kadı Adudüddin el-İcî hazretlerinin el-Mevâkıf kitabının şerhidir(açıklamasıdır). Medreselerden okutulan İleri Akaid(itikad) ve Fen kitabıdır.
6- Değerlendirme
İmam-ı Rabbani (k.s.) hazretleri bölüm içerisinde diğer felsefecilerde olmayıp ilahiyatçılarda olan iki özelliği sayıyor ve açıklamaya ikinci özellikten başlıyor.
İkincisi: Tehlikeli maksat ve taleplerinin ispatı için, batıl(gerçeğe uymayan) şahit ve deliller uydurup fasit(bozuk) mukaddimeler tertip etmeleridir.
Aristoteles’in doğa felsefesi çerçevesinde düzenlemiş olduğu bozuk “Evren Modeli”ni reddedikten sonra onu akıllı sayan Farabi ve İbn-i Sina gibi Müslümanları daha ahmak ve daha beyinsiz olarak tanımlıyor.
Onların bu tehlikeli maksat ve taleplerinin ispatı için düzenledikleri geometrinin hiçbir anlamı ve faydası olmadığını söyleyip; Pythagorasçılar’ın en önemli simgesi olan aynı zamanda evreni oluşturan boyutları da içeren Eşkenar Üçgen(Tetractkys)’e yükledikleri anlamın hiçbir şey ifade etmediğini; aşırı derece önem verdikleri Pythagorean(Pisagor Üçgeni) ve Karakök Üçgeninin amaçsız olduğunu söylüyor.
Bunların yanında Tıp, Astronomi ve Ahlak konularında değerli düzenlemelerinin olduğunu fakat onları da önceki peygamberlerin kitaplarından çaldıklarını söyleyip İmam Gazali Hazretlerinin El-Münkız Mine’d-Dalâl isimli eserini kaynak gösteriyor.
Buna karşın;
İlahiyatçılara karşı getirdikleri delil ve kanıtlarda Peygamberlere uyanların hata etmelerinin sorun olmadığını ve buna mecbur da olmadıklarını, onlar için Peygamberleri taklit etmenin yeterli olduğunu söylüyor.
İlahiyatçıların ise peygamberlere uyup onları taklit etmek yerine oluşturdukları gerçeğe uymayan inanç ve itikadlerini delillerle ispat etme yolunu seçip gerçeklerden saptıklarını ve insanları sapıttıklarını söylüyor.
İmam-ı Rabbani (k.s.) hazretleri bu noktadan sonra diğer felsefecilerde olmayıp ilahiyatçılarda olan birinci özelliği Eflatun’dan misal vererek açıklıyor.
Birincisi: Ahkâm-ı münzeleyi(indirilen hükümleri) tanımamaları, onları inkâr etmeleri; Gönderilen haberlere(Peygamberlerin haberlerine) inat ve düşmanlık etmeleridir.
Eflatun’a İsa (a.s)’ın daveti ulaştığında hiç düşünmeden ve anlamaya çalışmadan reddettiğini; söylediği bir sözü alıntı yaparak misal gösteriyor.
Böyle davranmasının kaynağını ise son derece inatçı ve beyinsiz olmasına bağlıyor.
Çoğu felsefecinin beyinsiz olduğunu dolayısıyla hepsinin beyinsiz olduğunu bir beyitle açıklayıp, konunun tamamı hakkında görüş sahibi olmamıza vesile olan dûa’yı yapıyor.
Oğlu Muhammed Masum (k.s.) hazretlerinin İslam akaidi (inançı ve itikadi) ve fenni açısından temel eser niteliğinde olan Mevâkıf Şerhi’nden cismin tanımı, mürekkeb ve basit olarak ikiye ayrılması, ay üstü ve ay altı cisimleri, felekler, arzın mahiyeti, mürekkeb cisimlerin imtizacı, nefis ve nefsin nebatî, hayvanı ve insanî olmak üzere çeşitleri, cisimlerin yaratılmışlığı, boyutlarının sınırlılığı gibi bazı özellikleri, nefisler, nefs-i natıka, nefsin bedene taalluku ve akıl konularını içeren cevherler bölümünü tamamladığını ve son derece istifade ettiğinden bahsediyor.
Diğer taraftan günümüzde Osmanlı'nın geri kalmışlığını bu eserin medreselerden kaldırılmasına bağlayanlarla bunu kabul etmeyenlerin tartışmaları Mevâkıf Şerhi’nin önemini açıklamaktadır.
http://www.osmanli.org.tr/yazi-7-203.html
http://www.mustafaarmagan.com.tr/medreseden-akli-ilimler-cikarildi-mi.html
7- İlgili Sözün Doğru Mânâsı ve Tercümesi
Yazarın alıntı yaptığı 266. Mektûbu Şerif’deki sözün doğru mânâsı ve tercümesi şöyledir:
Sözün doğru Mânâsı:
“Onların düzenlediği ilimlerden biri Hendese ilmidir. Ki bu ilmin hiçbir faydası yoktur. Onda bir yarar da yoktur. Nerede lazım olur? Üçgen şeklin üç açısının eşit olması ne ifade eder? … ”
Sözün doğru Tercümesi:
“İslam dünyasında İlahiyyun(ilahiyatçılar) ismiyle tanınan batı felsefecilerin tehlikeli maksat ve taleplerinin ispatı için, batıl(gerçeğe uymayan) şahit ve deliller uydurarak düzenledikleri fasit(bozuk) geometrinin hakikatte hiçbir anlamı ve faydası yoktur. (Pythagorasçılar’ın) En önemli simgelerinden olan aynı zamanda evreni oluşturan boyutları da içeren Eşkenar Üçgen(Tetractkys) hakikatte hiçbir şey ifade etmez”
8- Sorunun Cevabı
Yazarın alıntı yaptığı "Onların akla dayanan, düzgün İlimlerinden biri geometridir ki, ne dünya saadetine ne de ebedi kurtuluşa faidesi yoktur. Bir üçgenin üç iç açısının toplamı iki dik açıya [180 dereceye) eşittir demek ve bunu ispatlamak insanlığa ne kazandırır?" tercümesi yanlış olup sözün doğru tercümesi şöyledir:
“İslam dünyasında İlahiyyun(ilahiyatçılar) ismiyle tanınan batı felsefecilerin tehlikeli maksat ve taleplerinin ispatı için, batıl(gerçeğe uymayan) şahit ve deliller uydurarak düzenledikleri fasit(bozuk) geometrinin hakikatte hiçbir anlamı ve faydası yoktur. (Pythagorasçılar’ın) En önemli simgelerinden olan aynı zamanda evreni oluşturan boyutları da içeren Eşkenar Üçgen(Tetractkys) hakikatte hiçbir şey ifade etmez”
Mektûbu Şerif’in tamamı incelendiğinde İmam-ı Rabbani (k.s.) Hazretleri ilgili sözü “Felsefecileri, felsefecilere tabi olanları, zındıkları, sofiyeye benzeyen mülhidleri red” bölümünde söylemiştir.
İlgili bölümün kırık mânâdan çıkarılan toplu mânâsı incelendiğinde ise İmam-ı Rabbani (k.s) Hazretlerinin bu sözü iddia edildiği gibi İslami ilimlerin akli ilimler sınıfından fen ilimleri sınıfında yer alan hendese ilmi açısından değil nakli ilimler sınıfında yer alan Kelâm İlmi yani Ehlisünnet vel-cemaat itikadı açısından söylediği anlaşılmaktadır. Dolayısıyla sözün mutlak olarak geometri ilmi için değil felsefecilerin gerçeğe uymayan tehlikeli maksatlarını ispatlamak için batıl(gerçeğe uymayan) şahit ve deliller uydurarak düzenledikleri fasit(bozuk) geometri için söylendiği açıktır.
9- Yazara Sorular
10- İmam-ı Rabbani (k.s) Hazretleri Kimdir?
Hindistan’da yetişen büyük İslâm âlimi ve büyük velî. Adı, Ahmed bin Abdülehad’dir. 1563 (H. 971) senesinde aşûre günü Hindistan’ın Serhend şehrinde doğdu. 1624 (H. 1034) te doğduğu yerde vefât etti.
İnsanların, îtikad, ibâdet ve ahlâk husûsunda doğruyu öğrenmelerini, öğrendikleri ile amel etmelerini sağlayan, insanları Allahü teâlânın rızâsına kavuşturmak için rehberlik eden ve kendilerine Silsile-i aliyye denilen İslâm âlimlerinin 23. halkasıdır. Hazret-i Ömer’in soyundan olup babası ve dedelerinin hepsi, zamanlarının büyük âlimi, salih, faziletli kimseleriydi.
İlk tahsilini babasından okuyup, Arapçayı öğrenmiş, küçük yaşında Kur’ân-ı kerîmi ezberlemiştir. Sesi güzel olduğundan bülbül gibi okurdu. Çeşitli ilimlere âit küçük kitapları ezberlemiş, sonra Siyalkut şehrine gidip büyük âlim Mevlânâ Kemâleddîn-i Keşmîrî’den aklî (fizik, kimya, biyoloji, matematik vs.) ilimleri gâyet iyi okumuştur.
Kâdı Behlûl-i Bedahşânî’den de naklî, yâni dînî ilimleri okuyarak icâzet (diploma) almıştır. 17 yaşındayken tahsilini tamamlayıp, aklî(Fen ve edebiyat) ve naklî(kelâm, fıkıh, tasavvuf) ilimlerin hepsinden icâzet aldı.
İmâm-ı Rabbânî hazretleri, Müceddîd-i Elf-i Sânî’dir. Yâni hicrî ikinci bin yılının müceddididir. Eski ümmetler zamanında, her bin senede yeni din getiren bir Resûl gönderilirdi, yeni din önceki dîni değiştirir, bazı hükümleri kaldırırdı. Her yüz senede de bir Nebî gelir, din sâhibi peygamberin dînini değiştirmez, kuvvetlendirirdi.
Hadîs-i şerîfte, bu ümmete ise her yüz yıl başında İslâm dînini kuvvetlendiren bir âlim geleceği haber verilmektedir. Peygamber efendimizden sonra peygamber gelmeyeceğine göre, kendisinden bin sene sonra, İslâm dînini her bakımdan ihyâ edecek, dîne sokulan bid’atleri temizleyip, asr-ı saâdetteki temiz hâline getirecek, din ve fen ilimlerinde tam vâris, âlim ve ârif bir zatın olması lâzımdı. Hadîs-i şerîfler bunu bildirmektedir. Bu mühim hizmeti İmâm-ı Rabbânî hazretleri yapmıştır.
Bütün İslâm âlimleri bu zâtın o olduğunda ittifak etmişlerdir. Peygamber efendimizden tam bin sene sonra ilim ve irşâd kürsüsüne mutlak olarak oturup, cihânı Resûlullah’ın nurları ile aydınlattı, bid’atleri temizleyip İslâm dînini ihyâ etti.
İmâm-ı Rabbânî (k.s) Hazretleri, İslâm dîninde her sözü senet olan, Ehl-i sünnetin temel direklerinden çok büyük bir âlim ve velîdir. Kelâm ilminde müctehiddir. Kendisinden önceki birkaç asırda İslâmiyete çok sinsi bir şekilde sokulmak istenen felsefe düşüncelerini tamâmen temizlemiş, yazdığı mektuplar ve kitaplarla kıyâmete kadar bu yoldaki bütün suâllere cevap teşkil edecek îzâhlar ve açıklamalar yapmıştır.
Büyük Ehl-i sünnet âlimleri ve evliyâlarının da ancak Peygamber efendimizin tam izinde yürüyen yüksek insanlar olduğunu belirterek bunlara da filozof diyenlerin bu sözlerinin ne kadar yanlış olduğunu göstermiştir. Daha sonraki asırlarda ve zamanımızdaki filozofların her türlü sözlerine onun eserlerinde bol bol cevaplar bulunmaktadır.
İmâm-ı Rabbânî hazretleri, kitaplarında, mektuplarında, sohbetlerinde ve günlük hayatında bütün bid’atlerle (dîne sonradan ilâve edilen hurafelerle) şiddetle mücâdele etmiş, bunları bir bir ayıklayarak unutulmuş olan nice sünnetleri, hatta farzları yeniden meydana çıkarmıştır.
Bid’atlerin en çirkininin îtikadda (inançta) ortaya çıkanlar olduğunu bildirerek, bunlarla ve ibadetlere sokulmak istenen bid’atlerle mücâdele etmiş, her sözü ve işinin sünnete uygun olmasına pekçok titizlik göstermiştir.
Ayrıca zamanındaki bütün fen ilimlerini en üstün şekilde biliyordu. Fen bilgileri üstüne yaptığı açıklamalar bu ilimlerin mütehassıslarını hayrette bırakmıştır. Meselâ elektronların çok hızlı dönüşlerinden dolayı atomların içinin ve böylece maddelerin dolu sanıldığını, hâlbuki boş olduğunu ilk olarak bundan 400 sene önce açıklamıştır. Bu husus, fen adamları tarafından ancak 20. yüzyılda ve uzun deneyler sonucu anlaşılabilmiştir.
Evliyânın büyüklerinden ve meşhurlarından olan Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî’ye hocası Şâh Abdullah-ı Dehlevî hazretleri yazdığı bir mektupta şöyle buyuruyor:
“İmâm-ı Rabbânî’yi sevenler, mümin ve takvâ sâhipleridir. Sevmeyenler ise şakî ve münâfıklardır. Bütün âlem-i İslâma, İmâm-ı Rabbânî’nin şükrünü edâ etmek vâciptir.” Yine bu mektupta; “İnsanlarda bulunabilecek her kemâli, her üstünlüğü, Allahü teâlâ, İmâm-ı Rabbânî hazretlerine vermişdir...” buyurarak onu medh etmek için Farsça şu şiiri yazmıştır.
İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin talebelerinden biri şöyle nakleder: “Bütün yazılarımızı, âhir zamanda gelecek olan hazret-i Mehdî’nin okuyacağı ve hepsini makbul bulacağı bize bildirildi.” buyurdu.
11 - İmam-ı Rabbânî’ (k.s) Hazretlerini Anlama Kılavuzu
İmam-ı Rabbânî Ahmed Sirhindî (1563-1624) günümüzde çok benimsendiği çevrelerde dahi anlaşıldığını söylenemeyen bir tasavvuf ulusudur. Kendisi hakkındaki ülkemizde pek çok eser yayınlanmış olmakla birlikte bazı risalelerini de Türkçe'ye çevirmiş olan Doç. Dr. Necdet Tosun'un İmam-ı Rabbânî Ahmed Sirhindî'nin hayatı, eserleri ve etkileri üzerine kaleme aldığı inceleme bir çok yönden öne çıkmaktadır. (1) Bu eser sadece bir biyografi olmakla kalmayıp başta Mektubâtı olmak üzere İmam-ı Rabbânî eserlerinin anlaşılması için nelere dikkat edilmesi gerektiğini de göstermektedir. İmam-ı Rabbânî'nin devrin iktidar sahipleri karşısında sergilediği ilim izzeti de bugün için çok manidâr çağrışımları içerir.
Bana çok ilginç gelen -okur için de dikkat çekici olacağına inandığım- İmam-ı Rabbânî'nin hayat seyrine ışık tutan ilginç bir rüyayı naklettikten sonra asıl konuya geçmek istiyorum.
Bir Rüya:
Tasavvufî irşadını öncelikle babasından gören Ahmed Sirhindî'nin Nakşbendî silsilesine biatının ilginç bir öyküsü vardır. 37 yaşında müridi olduğu ve böylece Nakşbendiyye tarikatı silsilesine katıldığı Türkistanlı Muhammed Bakî-Billah (ölümü:1603), Ahmed Sirhindî'ye Semerkand'daki eğitimi sırasında mürşidi Hâcegî İmkenegî'nin yanında iken gördüğü bir rüyayı anlatır: "Rüyasında bir papağan gelip Bakî-Billah'ın eline konmuş, Bakî-Billah o kuşun gagasına kendi ağızsuyundan damlatınca papağan konuşmaya başlamış ve Bakî-Billah'ın ağzına gagasından şeker dökmüştür. Bu rüyasını anlattığı Şeyhi Muhammed İmkenegî, papağanın Hindistan kuşlarından olduğunu; Bakî-Billah'ın Hindistan'da irşad ile meşgul olurken değerli bir insan yetiştireceğini; o değerli zâtın feyzi ve fikirleriyle insanların aydınlanacağını söyler. Bakî-Billah'ın bu rüya olayını anlattıktan sonra Ahmed Sirhindî'ye: "Biz, bu rüyanın size işaret ettiğini düşünüyoruz." dediği de kaydedilmiştir.(2)
İmam-ı Rabbânî’yi anlamak kolay görünse de, neden zordur?
İmam-ı Rabbânî’yi anlamakta bugün elimizde olan imkan değerli eseri Mektubât'ında yer alan mektubları ile risaleleridir.(3) 'Rabbânî Risaleler'de yer verilen konuların pekçoğunun zaten Mektubât-ı Rabbânî'de yer alan mektublarda da işlendiği görülmektedir. Bu nedenle iyi bir Mektubât analizinin İmam-ı Rabbânî mesajının anlaşılması için yeterli olabileceği de söylenebilir.
Mektubât-ı Rabbânî'de yer alan mektublara yaklaşım da görülen en önemli hata, okurların ve hatta Rabbânîlik üzerinde kalem oynatan yazarların bilimsel yöntemlere hakim olamamalarıdır. Analitik bir tarzda mektublara yaklaşılamadığı için İmam-ı Rabbânî’nin fikirleri bugüne kadar net olarak ve bir sistem arzı şeklinde ortaya konulmuş değildir. Bu konuda kayda değer bir istisna teşkil eden ve İmam-ı Rabbânî ve Mektubâtı üzerinde ciddi bir emek sarfettiği ortada olan Doç. Dr. Necdet Tosun; ilim disiplinine sahip olduğu için İmam-ı Rabbânî'nin anlaşılması önündeki engelleri isabetle teşhis etmiştir.
Necdet Tosun, İmam-ı Rabbânî Ahmed Sirhindî adlı eserinde İmâm-ı Rabbânî'nin anlaşılması önündeki engellerle ilgili teşhisini şu satırlarda dile getirmiştir: "(İmam-ı Rabbânî) mektuplarında seyr u sülûk mertebelerini baştan sona anlatmak yerine, daha ziyade muhatabı ilgilendiren bazı mertebeler hakkında bilgi vermiştir. Bu mektuplardaki parçalar bir düzen içinde sıralanmadığı takdirde, okuyucuya bir yap-boz oyununun dağınık parçaları gibi görünmekte; manevî yolculuğun başlangıcı, ortası ve sonu hakkında bütüncül bir fikir vermemektedir.(4)
Tosun'a göre (İmam-ı Rabbânî), "zihnindeki sistemi bir bütün halinde yazmak yerine, genellikle bir eser veya mektubunda konunun bir yönünü anlatmış, bir başka eserinde aynı konunun devamını veya değişik bir boyutunu ele almıştır." Bu nedenle Onun (İmam-ı Rabbânî'nin)anlatmak istediği sistemi bir bütün olarak kavrayabilmek için eserleri ve mektupları dikkatle okunup ilgili paragraflar birleştirilmelidir. Aksi takdirde okuyucunun önündeki bilgiler bir yap-boz oyununun dağınık parçaları gibi duracağı için sistemi küllî (bütüncül) olarak anlaması oldukça güç olacaktır." (5)
Doç. Dr. Necdet Tosun'un Mektubât-ı Rabbânî'de yer alan mektubların bir yap-bozun parçaları gibi olduğu tesbiti ve İmam-ı Rabbânî'yi bütüncül bir anlama düzeyine erişmek için bu parçaların biraraya getirilmesinin gerekliliği konusundaki yaklaşımı çok orijinal bir değerlendirmedir.
Mektubât'ı Bir de Böyle Okuyun
Necdet Tosun'un bu değerlendirmelerini özetleyecek olursak Mektubât-ı Rabbânî'nin sağlıklı olarak anlaşılması iki temel faktöre bağlıdır:
1. Mektubun Muhatabı Olan Kişinin Maddi Konumu ve Manevî Hali: Ayetleri anlamada esbâb-ı nüzul bilgisi ne kadar önemli ise İmam-ı Rabbânî’nin mektuplarındaki talimat, ima ve işaretlerin ve bütünüyle anlamın kavranmasında da mektubun yazıldığı kişinin konumu ve İmam-ı Rabbânî ile ilişkisinin düzeyi o kadar önemlidir. Mektubât külliyatını oluşturan mektublar, ya doğrudan İmam-ı Rabbânî’nin tebliğ ve irşad için yazması ve daha çok da çeşitli vasıtalarla İmam-ı Rabbânî’ye ulaştırılan sorulara cevap halinde yazılması ile ortaya çıkmıştır. Bu yüzden mektupalrın yazıldığı kişilerin anlama erişilmesinde özel bir önemi vardır. Hatta Mektubât-ı Rabbânî’nin mektupların muhatapları esas alınarak yeniden tasnifi de faydadan uzak değildir.
İmam-ı Rabbânî'nin mektublarını yazdığı kişiler incelendiği kaba taslak iki grup insanın bu mektupların muhatabı olduğu görülecektir:
a. Maddî iktidar sahibi olan kişiler: Bunlar arasında ünvanından açıkça zahiri ikitidarın sahibi oldukları anlaşılan Hanlar Hanı Abdurrahim; Dârâb Han, Kılıç Han, Bahadır Han, İskender Han gibi sultanlar ile Kılıncullah Mirzâ, Mirzâ Muzaffer, Mirzâ Bedîuzzamân, Mirzâ Fethullah gibi mirzalar, Hakîm Abdülkâdir, Hakîm Sadr gibi devlet yetkililerinin yer aldığı görülür. Bu zahirî saltanat ve makam sahibi kişilere yöenlik mektubların çoğunlukla nasihatlar içerdiği, kişiye şeriatın hükümlerine uygun ve halka merhamet ile muamele gibi konumlarına uygun tavsiyelerle dolu olduğu görülür.
b. Yolunu Takip Eden Müridler: Bunlara arasında en başta oğulları Muhammed Sadık, Muhammed Saîd ve Muhammed Masum gibi kendi öz çocukları ile değişik yerlerde İmam-ı Rabbânî'ye vekaleten irşad faaliyeti yapan Mîr Muhammed Nu’mân, Bedî’uddîn Sehârenpûrî, Muhammed Haşim Keşmî ve Mîr Muhibbullah Mankpûrî gibi halifeleri ve Muhammed Tâhir, Muhammed Sâlih ve Muhammed Eşref gibi manevi terakkiye açık, önde gelen bazı müridler yer alır. İmam-ı Rabbânî'nın asıl tasavvufî öğretileri ve eğitim yöntemini içeren mektuplar bu şahıslara yazılanlar satırlarda yer alır.
Mektub yazılan şahıslardan Abdurrahim Han, Ferid Buhari gibi bazı isimler zahiren iktidar sahibi gibi görünmekte ise de manevî yolda da oldukça ilerledikleri kendilerine yazılan mektupların içeriğinden anlaşılmaktadır.
2. Mektubu Yazdığı Sırada İmam-ı Rabbânî'nin İçerisinde Bulunduğu Kemâl Dairesi ve Ruh Hali: Bu husus ilk faktöre göre daha derinliğine bir analizi gerektirir ve buna bağlı olarak da daha dikkatli bir incelemeyi hak eder. İmam-ı Rabbânî'nin mürşidi Muhammed Bâkî-Billâh'a yazdığı ve Mektubât-ı Rabbânî derlemesinin başlarında yer alan mektuplar bunların en tipik örnekleridir. Aslında bu konudaki zorlukların en önemlisi mektupların yazıldığı şahısların kimler olduğu hemen hemen kesin olarak belli iken mektupların yazıldığı tarihlerin belirsiz oluşudur. Ancak mektubun yazıldığı şahsın hayatı hakkında bilgi sahibi olunabiliniyorsa, mektubun yazılış tarihi hakkında bir tahminde bulunulabilir.
Mektubun yazıldığı sırada İmam-ı Rabbânî'nin kendi manevî seyrinin hangi merhalesinde olduğunun önemine dikkat çeken Necdet Tosun, İmam-ı Rabbânî'nin kendi seyr ü sülûkunun değişik dönemlerindeki müşahedelerinin yansıdığı mektublarındaki bazı ifadelerin daha sonra bizzat kendisi tarafından tashih edildiğine şu sözlerle işaret eder:
"Öte yandan (İmam-ı Rabbânî Ahmed) Sirhindî, ömrünün sonraki dönemlerinde edindiği yeni bilgi ve ruhî tecrübeler neticesinde önceki bazı fikirlerinden vaz geçmiştir. Dolayısıyla onun gençlik ve orta yaş döneminde yazdığı eserler ve mektuplar ihtiyatla kullanılmalıdır."
"(İmam-ı Rabbânî Ahmed)Sirhindî fikrî değişim geçirdikten sonra, vahdet-i vücûd bağlamında daha önce yazdığı bilgilerin işin hakikatine ulaşmadan önce yazılmış şeyler olduğunu, onlar hakkında pişman ve tevbekâr olduğunu ifade etmiştir.(6)
İmam-ı Rabbânî, Mebde' ve Me'âd risalesinde de yazılarında birbiriyle uyuşmayan bilgilere rastlayanlara, bunları manevî hâllerinin farklı zamanlarda ayrı ayrı oluşuna yormalarını tavsiye eder.(7)
Muammanın Çözümü
Yukarıda kısaca özetlediğim ve yüzeyden bir Mektubât-ı Rabbânî incelemesi ile dahi gerekliliği ve hatta zorunluluğu hemen fark edilebilecek yöntem ile İmam-ı Rabbânî Ahmed Sirhindî eserleri üzerinde çalışılması muammanın yegane çözümü olarak görünmektedir. Analitik bir okuma yapmadan Mektubât'tan teori ve hatta fetva çıkartmağa kalkan bir ilahiyatçının bir devlet yetkilisi olan Mirzâ Bedîuzzamân'ı şeriata uymağa davet eden mektub, tefeülünde çıktığı için bunda kendisi ile ilgili batınî bir işaret vehmeden klasik medrese kökenli âlimden bir farkı olmaz.
Bugün ilahiyat fakültelerinde yer alan akademisyenlerin İmam-ı Rabbânî hakkında söz söyleme alanını amatör ilahiyat meraklılarına veya arkaik medrese kalıplarına sıkışmış -iyi niyetli ve fakat yetersiz- yöntem bilmez ellere/dillere bırakması anlaşılmaz bir tutumdur. Hele de bir Mektubât-ı Rabbânî derlemesinin köşeli parantezlerle doldurulmuş ve ıstılah iğdişleri ile yaralanmış olduğunu görüp te üzülmemek ne mümkün...(8)
Bugün ülkemizde böylesi analitik bir Mektubât okuması bir yana hâlâ anlaşılır bir Mektubât-ı Rabbânî tercümesini orijinal dili olan Farsça'dan çevirisi ile okuyamaz oluşumuz cidden düşündürücüdür.
Umarım, bu üzüntümüzü giderecek birileri vardır şunca sayıya ulaşan ilahiyat fakültelerinin akademisyenleri arasında...
Dr. Hayati Bice
(1) Doç. Dr. Necdet Tosun, İmam-ı Rabbânî Ahmed Sirhindî, İnsan Yayınları,2. Baskı, İstanbul, 2009.
(2) Tosun, a.g.e.,s.21.
(3) İmam-ı Rabbânî'nin mektubları eskiden beri tasavvuf ile ilgili Türk okurunun ilgisini çekmiş ve Osmanlılar devrinden bu yana Türkçe'ye çevrilerek "Mektubât-ı Rabbânî" ismi ile birçok defa yayınlanmıştır. Bu "Mektubât-ı Rabbânî" aktarımları arasında Abdulkadir Akçiçek tarafından yapılanı öne çıkmakta ise de bu tercümenin dili de günümüz için anlaşılmaz hale gelmiştir. İmam-ı Rabbânî'nin küçük hacimli risalelerin hepsi, Doç. Dr. Necdet Tosun tarafından Türkçe'ye aktarılarak Mebde’ ve Me‘Âd (Rabbânî İlhamlar), Ma‘ârif-i Ledünniyye (Ariflerin Halleri), Mükâşefât-ı Gaybiyye (Manevî Yolculuk)isimleri ile Sufi Kitap yayınalrı arasında yayınlanmıştır.
(4) Tosun, a.g.e.,s.70.
(5) Tosun, a.g.e.,s.96.
(6) “Bu Fakir (İmam-ı Rabbânî), bazı mektuplarında: "Sübhan Hakkın hakikati, sırf vücuddur." diye yazmış ise, bu, anlatılan muamelenin hakikatına muttali olmadığındandır. Vahdet-i vücud ve daha başka yazdığım bu türden bilgiler dahi o manada bir kavrayışın olmayışındandır. Muamelenin hakikatına vakıf olup ayıktıktan sonra, başlangıç ve orta halde yazıp söylediklerimden pişman oldum. Onlar için Allah-ü Taâlâ'dan bağışlanmamı dilerim. Allah-ü Taâlâ'nın kötü saydığı şeylerin tümünden tevbe ederim." (Mektubât-ı Rabbânî, 260. Mektub, A. Akçiçek Tercumesi) http://sufiforum.com/viewtopic.php?f=111&t=3226
(7) Tosun, a.g.e.,s.150.
(8) Ahmed-i Fârûkî Serhendî, Müjdeci Mektuplar, Hakikat Kitabevi, 27. Baskı, İstanbul, 2003.
12- Uyarı
Mehdi Âli Rasül hariç hicri ikinci bin yılda gelmiş-gelecek tüm insanları yan yana sıralarsanız ilk sırada ve zirvede İmam-ı Rabbani (k.s) Hazretlerini görürsünüz.
İmam-ı Rabbani (k.s) hazretleri sadece tasavvuf’un zirvesi değil; kelam, fıkıh, fen gibi nakli ve akli tüm alanlarda ikinci bin yılın zirvesini teşkil eden müceddid(yenileyici), müçtehid(İctihad Sahibi), ve Kamil-i Mükemmil(Mükemmelleştici) Mürşid(irşad eden)dir.
Onu anlatmak zor, onu anlamak çok daha zor bir iştir. Onu sadece akılla ve mantıkla tam olarak kavramaya çalışmak beyhude çabalardan ibarettir.
İkinci bin yılın en sağlam, en güvenilir, en eşsiz ve en müthiş eseri Mektubat-ı Şerife’dir. Kur’an-ı Kerim’den ve Hadis-i Şeriflerden sonra üçüncü sırada gelir.
İmam-ı Rabbani (k.s.) hazretleri gibi âlimlerin etleri zehirlidir ve onların değerini düşürmeye çalışanlar hakkında Allah’ın hükümleri bellidir.
Temiz akıl sahiplerine, Allah dostları ve bilhassa İmam-ı Rabbani (k.s.) hazretleri hakkında konuşurken dikkatli olmalarını; dünya ve ahiret yıkımına uğramamaları bakımından tavsiye ederiz.
13- Sonuç
İslâmiyette akli ilimler fen bilgisi ve edebiyat bilgisi olarak ikiye ayrılır. Müslümanların, bu ilimleri öğrenmeleri farz-ı kifâye(yeterli sayıda müslümanın öğrenmesi)dir. Savaşta kullanılan silâhları öğrenmek ise farz-ı ayn(mükellef her Müslümanın bilmesi gereken)’dır. Akli ilimleri lüzumundan fazla ve savaşta kullanılan silâhlarda uzman olmak farz-ı kifâyedir.
Şehirde bu bilgileri bilen bir âlim ve yapan san’at merkezleri bulunmazsa, şehirde bulunanların hepsi ve hükümet adamları günahkâr olurlar. Akli ilimlerde değişiklik, yenilik, ilerlemek caizdir. Bunları kâfirlerden de arayıp, bulup öğrenmek, yapmak lâzımdır.
Yazarın da tespit ettiği gibi Kur’an-ı Kerim ve İslam dini değişmemiştir. Bu husus Ayet-i Kerime ve Hadis-i Şerifle sabittir. Açıklamalardan da anlaşıldığı üzere asıl değişen ve gerilemeye sebep olan İslamiyet ve kişilerin fen ve geometri hakkındaki anlayışları değil sahip oldukları maneviyatlarında meydana gelen tahribattır.
Osmanlı Devleti’nin asıl yıkılma sebebi
Bize anlatıla geldiğine göre Osmanlı son dönemlerinde fen ve matematiğe önem vermediği için geri kalmıştır. Hatta bazılarına göre bu yıkılma sebebidir. Buna dair Osmanlıyı aşağılayıcı bir sürü hikâye uydurulmuştur. İşte bu tür hikâyelerin ve yayılmak istenen düşüncelerin maksadı “Osmanlı, fen ve matematiğe önem vermeyip sadece dini ilimlerle uğraştığı için yıkıldı” intibaı vererek insanları maneviyattan uzaklaştırmak sadece maddiyata yönlendirmektir.
Osmanlı devletinde Rus sefiri olarak uzun seneler çalışan İgnatiyef, hatıralarında, Sultan II. Mahmud zamanında 1821’de Rum isyanının planlayıcısı, Patrik Gregoryus’un Rus çarı Aleksandr’a yazdığı mektubu açıklamıştır.
Mektup şöyledir:
“Türkleri maddeten ezmek ve yıkmak imkânsızdır. Çünkü Türkler, Müslüman oldukları için çok sabırlı ve mukavemetli insanlardır. Gayet mağrur ve izzet-i iman sahibidirler. Bu hasletleri, dinlerine bağlılıklarından, kadere rıza göstermelerinden, ananelerinin kuvvetinden, idarecilerine [devlet adamlarına, komutanlarına, büyüklerine] olan itaat duygularından gelmektedir. Türkler zekidir ve kendilerini müspet yolda yönetecek reislere sahip oldukları müddetçe de çalışkan ve gayet kanaatkârdırlar. Onların bütün meziyetleri, hatta kahramanlık duyguları geleneklerine olan bağlılıklarından, ahlak güzelliğinden ileri gelmektedir.
Türklerde önce itaat duygusunu kırmak ve manevi bağlarını parçalamak, dini metanetlerini zayıflatmak gerekir. Bunun en kısa yolu, milli gelenek ve dinlerine uymayan yabancı fikir ve hareketlere alıştırmaktır.
Maneviyatları sarsıldığı gün, Türklerin kendilerinden şeklen çok kudretli, kalabalık ve zahiren hâkim kuvvetler önünde zafere götüren asıl kudretleri sarsılacak ve onları maddi vasıtaların üstünlüğü ile yıkmak mümkün olabilecektir. Bu sebeple, Osmanlı Devletini tasfiye için, sadece harp meydanlarındaki zaferler kâfi değildir. Hatta sadece bu yolda yürümek, Türklerin haysiyet ve vakarını tahrik edeceği için, dikkatli olmalıdır. Yapılacak iş, Türklere hissettirmeden, bünyelerindeki tahribatı tamamlamaktır.”
Mektuptan da anlaşıldığı üzere Osmanlı devletinin yıkılma sebebi maddiyatta yani fen ve matematikte olan gerileme değil içerden ve dışardan yapılan çalışmalarla maneviyatının tahrip edilmesidir.
Şüphesiz ki o gün çeşitli çalışmalar yürüterek Osmanlının maneviyatını zayıflatıp Devleti yıkmayı başaranlar, bugün aynı maneviyatın oluşmaması için ellerinden geleni yapmaktadırlar.
Asıl aydınlanma ve ilerleme reçetesi
İkinci bin yılda gelenler ve gelecekler için Mehdi Âli Rasül’den sonra maneviyatın yegâne önderi İmam-ı Rabbani (k.s) hazretleridir. Dolayısıyla kendisi geri kalmışlığın değil bilakis ilerlemenin sebebidir.
Tabir-i caizse eline bir mikron mikroskobu alarak tasavvuf, fıkıh, kelam ve fen gibi maddi ve manevi tüm alanları incelemiş, sonradan sokulmuş olan en ufak bozuk fikir, düşünce ve bidatleri tek tek söküp bozguncuların başlarına fırlatıp atmıştır. Kendisinin de tabiriyle bugün içinde yaşadığımız zaman dilimi için yazdığı; Kur’an-ı Kerim’den ve Hadis-i Şeriflerden sonra eşsiz eseri Mektubat-ı Şerife kurtuluş reçetesi mesabesindedir.
Biz neden geri kaldık? Batı bizi neden geçti? Bizde neden aydınlanma olmadı? sorularına cevap ararken; İmam-ı Rabbani (k.s) Hazretlerinin tabiriyle sefih felsefecileri, batı düşünür ve yazarları ile daha da sefih olup onların arkasından giden Ehl-i Sünnet vel-cemaat akidesi dışı bir takım sapık Müslümanların yazdıkları eserlerden etkilenerek suçluyu ikinci bin yılda gelenler ve gelecekler için insanlığın bir numarası ve onun eşsiz eseri Mektubât-ı Şerife gibi gösterenin hali ölümcül hastalığa tutulup ilacını ateşe atan adamın hali gibi değil de nedir? Bu ne büyük bedbahtlıktır!